6 Mayıs 2016 Cuma

Batı.. Ne vahşi ne de yahşi...


Uzunca bir zaman oldu, anlatılmayanların daha doğrusu anlatılamayanların biriktiği neredeyse bir yıldan birkaç gün daha uzunca bir zaman oldu sayfama yazmayalı... Macera ve yeni bir ülkeye yapılan umuda yolculuğu da içeren bir yıldı bu. Bir süresi yurtdışında geçmiş belirsiz bir hayatın sonunda belirlemiş olduğu bir gelecek ve gerisin geriye dönüş. Onca gözlem yapıldı, üzerinde onca düşünecek sayısız şey oldu. Sayısız olay ve sayısız hayata şahit olundu mesela ve yine her zamanki gibi yaşananlar yaşandığıyla kalmadı tabii...Görülenler üzerinde hep görülemeyenleri aydınlatmak için düşünüldü ve bu üslupla anlatıldı bu yazıda bazı şeyler..Hepsi tecrübe ürünü işte bu yüzden çıkan fikirler anlatmaya değer. Bilmem dinlemeye ve bilmeye ne kadar değer? Yine de anlatmak istiyorum güneşin battığı batı-yı...

"Bu medeni görünen insancıkların içinden kaçıp döndüm cennet vatanıma. Toplum bazında bizlerin de yanlışları var mutlaka ama Roma döneminde arenalarda insanları vahşi hayvanlara parçalatırken etrafa aynı sevinç nidalarını savuran, 1. ve 2. "Paylaşım Savaşları"nın asıl müsebbibi olan bir ceddin torunun da fazla insaf ve insaniyet beklememek gerekir kanımca.. Batıda insan hakları genellikle vicdan temelinde değil, göt korkusu çevresinde zemin bulmuştur. "Ona zarar verirsem yasalar gelir beni bulur bir şekilde ve 7 ceddimi bu suçtan çoğaltırlar" görüşüdür bu bir kısım şirin görünümlü pembe yanaklı medeni(!) batılıyı yerinde tutan.. Ucuz bir empati sonucudur yaptıkları ve yapmadıkları ya da bazen isteyip te yapamadıkları.. "Zarar vermeyeyim ki bana zarar vermesindir" hep düsturları. O herşeyi üretebilen fabrikalarında ne yapıp edip bir türlü üretememişlerdir vicdanın orijinal kopyasını...Nedense hep
memleketleri dahilinde sınırlı kalmaktadır bir de bu duyarlı(!) çoğunluğun duyarlılıkları.... Bil hassa ortadoğu ve az gelişmiş ülkeler başta olmak üzere aynı duyarlılığı dış politikada gösteren müzeliklere yine çok az yerde rastlarsın batıda. Bahsi geçmişken;tabii ki vicdanlısı, insaflısı ve insanı da yok değildir aslında ama pek azdır bu müzeliklerin sayısı. Malesef bir çoğundan aynı erdemleri beklememen gerektiğini iyi bilir ve anlarsın orada yaşarken. İşte bu, kendilerinden bir çok erdemi beklememen gereken,  çoğunluğu yasalar ve devlet destekleri tutmaktadır evlerinde... Yoksa fenası gerçekten fenadır batılının, yabanisi fena yabanidir... O an dua edersin bu bir takım duyarlı yasaları zamanında çıkarabilmiş birkaç sağduyulu batılıya.. Tüm o refah seviyelerine rağmen, güzel memleketimde çoğu zaman istesen bile şahit olamayacağın çirkinlikte kavgalara şahit olursun 3-5 kuruş için süpermarketlerinde, restoranlarında, hatta devlet dairelerinde..Bir açlık, kıtlık veya ekonomik kriz görmeyiversin bu ileri demokrasilerin sözde neferleri(!) işte o an birçoğu birbirinin üstüne basıp geçer o arbedede.. 

Bırak Suriye'lisini herhangi orta halli bir ülkenin vatandaşını ve hatta kendi vatandaşıyken ten rengi ve sosyal statüsü farklı olanını bile hadsiz yere 2.sınıf vatandaş olarak görebilme potansiyeline sahiptir o ülkelerin bazılarında yaşayan birçokları.. Sen bugüne kadar hiç fark etmemişsindir ama vatandaş ve soydaş arasında bir fark olduğunu sezersin talihsiz bir şekilde o bir kısımlarının sayesinde(!). Bunu o kadar profesyonelce yaparlar ki çoğu kez ruhun bile alınmaz üstüne..Tiksinmektedir aslında bir kısım batılı, kendi ülkesine bir yetim gibi terk edilen üçüncü dünya ülkelerinden doğma gayri meşru çocuğundan.. O tiksinerek baktığı göçmenler onun eseridir kısaca..Sadece şunu bilirsiniz, o batıda yaşa(n)maya değer birşeyler varsa zamanında can hıraş çabalamış duyarlı ve açık görüşlü birkaç batılıya dua etmelidirler.. O diyarları katlanabilir ve yaşanabilir kılan yine o eşitlikçi ve duyarlı birkaç batılıdır ötesi değil asla.. Düşünemez aslında kimse, umut eğer bir güneşse o güneşin BATIşıdır o batıya ismini veren.. Ve zamanla görülür ki dolu dizgin bir hevesle "özgür düşünce" uğruna gidilen bu diyarlar -özgür düşününce- ne kadar da beklenmedik ve farklı bir dizgindir insanlara aslında...

                                                                      ...Herkese Güzel Geceler Dilerim...
                                                           
                                                                                             U.E.

2 Mayıs 2015 Cumartesi

Tek ideoloji bilim...

Kim ne derse desin, bazıları kalkıp bilimin de çözemeyeceği sosyal ve/veya sosyoekonomik sorunlar var dedikleri zaman onlara sadece "cahilsiniz" diyorum ve başka birşey demiyorum. Bilim şu an bilmiyorsa bu gelecekte de bilemeyeceği anlamına gelmez. Bil hassa hastalıklara ve bilumum sosyal ve sosyoekonomik soruna, bu sorunlara pozitif bilimler dahilinde kafa yoran biliminsanları sayesinde çözümler bulunmadı mı? "Bugün 3 boyutlu printer ile canlı dokudan yapay böbrek ve kalp üretenler siyasetçiler miydi?" diye sormaz mı hiç insan? Her semt hatta mahallenin köşe başında laboratuarlar ve araştırma merkezleri kuracağımıza hala daha ortaçağ karanlığında sürüklenip gidiyoruz. Rasyonalizm ve mantık akımları tüm dünyada hızla ilerlerken biz her geçen gün takım tutar gibi tuttuğumuz partilere daha da sıkıca sarılıyoruz ve medeti hep koltuk sahiplerinden bekleyerek geri viteste seyrediyoruz. Sorunları siyasetçiler değil biliminsanları ve teknoloji çözer veya olası çözümler sunmada faydalı olur.Bu noktada siyaset sadece kaydedilen bilimsel ilerlemeyi insanlara iletmekle mükellef ve sınırlıdır..Ve biz yani insanlar dünya üzerinde varolan ve dünyayı ilgilendiren tüm sorunlara ancak bilim vasıtasıyla (teknokrasi' den söz etmiyorum) çözümler getirebiliriz.
Bunu hala göremememiz ne kadar da acı.. Ne varki yine biz, abesle iştigal doğrultusunda gerek siyasi gerekse toplumsal kaygı ve yargılardan dolayı bilimsel ve hatta epistemolojik açıdan kıçımızı kaşımaktan öteye gidemiyoruz. Tam otomasyonu (ve hatta mekanizasyonu) bile hala daha tanımlayamadık ki tamamlayabilelim.. Para denilen kısır döngünün çarklarını çevirdiği değirmenin suyu bittiğinde (ki biteceği iktisadi anlamda kaçınılmaz ve bariz bir gerçektir) dünya geniş çaplı kıtlıklar ve savaşların gölgesinde çok küçük ve kısa vadeli hedeflerin ışığında sürdürülemezliği bariz olan bu sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak gibi komik, absurd ve nafile bir amaç uğruna milyonlarca insanı küresel savaşlarda heba ve gerektiğinde de feda edecek.Bundan en çok bizimki gibi geri kalmış ülkeler etkilenecek ve bunu malesef ki bizim nesil kesinlikle görecek.(söylediklerime hiç şaşırmayın tarih bize, birinci ve ikinci dünya savaşlarının/vietnam ve Kore savaşlarının hatta ortadoğuda vuku bulan birçok savaşın bile belirli özel ve tüzel kişilerin mülkiyetindeki,bu kişilerin çıkarlarına hizmet etmek amaçlı uzun vadeli ekonomik getirilerinin olduğunu öngören, devletötesi yapılarının bu savaşlara alttan alta destek ve yön verdiklerini de defaatle göstermiştir) Tamamen tükenebilir ve sonlu bir sistemin yürüyebileceğini sanan sonsuz aptallarız. Elimizdeki 3 adet elma ile açgözlü bir şekilde 5 adet elmanın hayalini kurarken o 3 elmadan da oluyoruz bir başka deyişle..

Çözümler gayet açık ve net aslında. Herkes birşeyler yapabilir. Alanı bölümü ne olursa olsun doğrudan ya da dolaylı bir şekilde bilime katkısı olabilir.(bazıları da en azından ona düşman olmayı bırakıp onun önünden çekilerek katkıda bulunabilir mesela) İşin teknik kısmını bilenine bırakıp bilenin de yaptığı işe hem *maddi* hem de fiziksel katkılarda bulunabiliriz. Bilimi ve teknolojiyi yakından takip edip sorgulayabilir ve tüketim değil de üretim odaklı projeler tasarlayabiliriz. Genç nesillere bilimin ne kadar kutsal amaçlara hizmet ettiğini ve bilim sayesinde sayısız insanın karnını doyurup onları hastalıklarından kurtararak yüzlerini gülümsetebileceğimizi anlatabiliriz mesela..İstersek hepimize bu konuda görevler düşebilir. Düşüncelerimizi ve muhtemel çözümlerimizi sunacağımız TED benzeri topluluk ve münazara ortamları oluşturabiliriz. Aklın felsefesini beşeri menfaat ve gereklilikler doğrultusunda kullanabiliriz. İnsanlığa sayısız katkıda bulunabiliriz. Farkındalıklarımızı artırabilir ve daha bilinçli yaşayarak, androidleştirildiğimiz bu düzene bilim, teknoloji ve sağduyu sayesinde barışçıl yollarla dur diyebiliriz.Doğaya verdiğimiz ve gerek kısa gerek uzun vadede vereceğimiz muhtemel zararları minimize edebiliriz.Geri dönüşümü (tam anlamıyla)ilk ve tek defada hayata geçirebiliriz.Çok şey yapabiliriz çok katkımız olabilir . Gel gelelim bunları,tüm zararlarını bile bile sigara içmeye tam gaz devam eden 1.3 milyar insanın ( ki bu dünya nüfusunun yaklaşık üçte birine denk geliyor) yaşadığı bir dünyaya anlatmak ne kadar mantıklı? bu da ayrı bir kaygı vesilesi tabiatıyla..


                                                                Herkese iyi günler diliyorum

                                                                                U.E.

5 Mart 2015 Perşembe

Kusursuz derecede kusurlu bir döngü. (1. bölüm)



Neyin doğru olduğunu, ne düşünmemiz ve ne hissetmemiz gerektiğini hiç düşündük mü? Gerçek ve doğru  aslında gayet yalın ve anlaşılabilir değil mi?... Makul bir uzaklıkta ve kesinlikle herhangi bir bedelinin de olmadığını anlamak zor değil, ne var ki gerçek olduğuna inandırıldığımız ve bize doğru olduğu söylenenler uğruna verdiğimiz amansız ve amaçsız mücadeleler yığınıyla bu yalın,anlaşılabilir ve ulaşılabilir gerçekten uzak tutuluyoruz. İçinde yaşatıldığımız toplumun, içinde yaşamayı dene(ye)meyen insanları haline ge(tiri)ldik,. Korkutuluyoruz.. Özgürleşme çabalarımız ya ciddiye alınmıyor ya da üzerine kasıtla ve inatla gidilerek bu çabaların altındaki anlamların içi boşaltılıyor, nihayetinde de gülünç duruma düşürülmek isteniyoruz.Evet gülünç duruma düşürülmek isteniyoruz ki bir daha kimse özgürleşmeye çalışmak gibi bir  "hata" ya bulaşmasın...Çıkar ve kimlik kaygıları yüzünden kimsenin tatbik ve tasvip etmediği doğrularımızla başbaşa bırakılıyoruz.. Biz en çokta bize yalnız hissettiriliyoruz. Aramıza duvarlar çeken bu yozlaştırılmış art niyet sahibi birey ve/veya zümreler şunun oldukça farkındalar; Eğer güçlü ve hissiyatımızda özgür isek önümüzdeki duvarlar da engeller de sonsuza dek yıkılacak.İşte tam da bu yüzden bu art niyetli zümreler (daha öncede her defasında yaptıkları gibi) benzerliklerimizin değil farklılıklarımızın üzerine gidiyorlar.Bizi diğerleriyle yaklaştırabilme ihtimali olan herşeyden uzaklaştırılıyoruz.. Ve bunu doğamızda var olan sevgi,gerçeklik ve koşulsuz paylaşım duygusunu sıradanlaştırarak, bu değerlerin anlamlarını yozlaştırarak başarıyorlar da .

Toplumsal bilincin üzerine örgütlü cehaleti adeta bir kuduz köpek misali salıveriyorlar. Korkmamız gereken ortak düşmanlar yaratıyorlar. Malesef  bu -ortak- düşmanlar zamanla -ortak- çaresizliğimizin ve -ortak-bilgisizliğimizin de beslediği bir canavara dönüşüyor.. Şuna asla şüphe yok ki isteyebilecekleri son şey düşünmemiz. Bilinçlerde oyalanması gereken ve onların nezdinde tehlike arz eden her ne varsa yine aynı art niyetin kontrolü altında. Bize, başarmamıza ramak kalan herşeyin aslında çok uzağımızda olduğu fikri aşılanmaya çalışıyor. Öyle olsun ki bir daha kimse denemeye cesaret bile edemesin diye.İnsanların büyük bir çoğunluğu artık kusursuz bir barış ve huzurun asla gelemeyeceğini düşünüyor ve buna katıksız bir şekilde inanıyor. Böyle düşünenlerin bir kısmını,tecrübeleri ve çok önceleri kaybettikleri kararlılıkları doğrultusunda huzur dolu bir dünyaya olan inançlarını tamamen veya (büyük ölçüde olmak üzere) kısmen kaybetmiş insanlar, bir kısmını da, bu huzur ve  barış ortamına hiç bir zaman inandırılmamış ve  kaosun tek düzen olduğunu düşünmek zorunda bırakılan umutsuzca umutsuzlaşan  insanlar oluşturuyor.Hissetmek ve düşünmekten ziyade hazzetmek ve tüketmeye odaklan(dırıl)dık. Kar getiren ürünlerin müptelası haline getirildik. Değerin parayla satın alınabileceğini düşünmeye başlayan çocuklar yetiştirmeye başladık. Paranın mutlak güç olduğunu sanan  düşüncesiz ve kalpsiz kalabalıklar oluşturmaya başladık. Kendine hiçbir potansiyeli olmadan kuru kuruya güvenen bilgisiz daha da önemlisi ilgisiz yeni nesiller geldi sayemizde. Tükenebilen bir sistemin hiç tükenmeyeceğine inandırılan tükenmiş ve tükendirilmiş ruhlar.... Sonsuz görünen kaynakların gerçekten de sonsuz olduğunu düşünen sonsuz derecede aptal şahıslar...Bilinçsizce tüketen, ve bu bilinçsiz tüketimin tek vasıtası olan para denilen saçmalığa sahip olmak için üreten insanlar haline geldik. Sonsuza kadar ve geri dönüşü olmayacak bir şekilde tüketip yenilerini üretememek için yaptık bunu.. Bir daha hiç üretmemek üzere tüketmek istercesine...

Sadece aptal olanlar yükselmek için diğerlerinin üzerine basmak gerektiğini düşünürler. Çünkü üzerlerinde kaygı ve çıkarların yüklediği sonsuz ağırlıklar var. Bu yüzden adım adım yükselirlerken çıkabilecekleri en yüksek limitin bir dağın zirvesi olduğunu hayal etmekten öteye gidebilirler mi? Ama özgür bir ruh kanatlar geliştirir kendine ve yükselmek için gerekli olan tek şeyin diğerlerinin üzerine basabilmek değil diğerlerinin üzerinden uçabilmek olduğunu anlar ve görür zamanla. Kimseye basmadan,dokunmadan, ezmeden uçabilmek... Hatta uçarken diğerlerinin de ellerinden tutabilmek...İşte o zaman limit,herkese tepeden bakan bir dağın zirvesi değil herkesi kucaklayan sonsuz bir gökyüzü ve uçsuz bucaksız bir evren oluverir bir anda.. Önyargılarımızdan kurtulabilmek için korkularımızla yüzleşmesini öğrenemedikçe hiç yol alamayacağımız şüphe götürmez..Bizden daha genç olanlarla kendi yaşanmışlıklarımızı paylaşırken düşüncesizce korkutuyoruz da aslında onları...Yaşamadan, yaşanmadan bilinemeyecek bazı şeylerden de alı koyuyoruz..Tek başımıza yaşamadığımız bir dünyada tek başımıza vermeye çalıştığımız aptalca bir mücadele haline getiriyoruz dünyamızı.. Aramızdaki topraklara nifak tohumları ekiyoruz. Soğuk ve sıcak savaşlar icad ediyoruz. Kendi yaşam tarzımızın ve dünya görüşümüzün en doğru ve en erdemli olduğunu savunurken dünyayı ve hayatlarımızı cehenneme çevirmekten hiç çekinmiyoruz. Ardımızda yoksullar ve muhtaçlar ordusunu bırakarak tabii ki..Ardımızda çocukları ve yaşlıları bırakarak..

Düşünmüyoruz,düşünemiyoruz bazı eylemlerimizin sonuçlarını.Keskin kalemleri kör kılıçlarla kesmeye çalışıyoruz..Açık sözlülükten kaçıyoruz. Tüm derdimizin para kazanmak haline ge(tiri)ldiği,doğaya tamamen aykırı, kendi söylediğimiz yalanlarda yine en çok ta kendimizi boğduğumuz bir dünyada yaşamanın normal olduğunu düşünüyoruz.. Hastalıklı derecede yanlış fikirlere kapıldık...Biri yalnız kaldığında bunun,bize yalnız kalanın  yanlış olduğunu düşündürecek kadar yanlış anladık hayatı... Birbirimizi renk,dil ırk ve kültürel sınıflarla ayrıştırdık ve sınırladık ta.Hangi tenin rengi vicdanın ve sevginin mükemmel olduğunu gölgeleyebilir ki? Ve tüm bunların farkındayken sınırsız hissiyatı sınırlı algı ve yargılarla ölçmeye kalktık her defasında. Evren hangi cetvelle ölçülebilirdi ki?...Yanlışların doğru sayılması doğrunun yanlış olması anlamına gelmez..Toplumsal değerlerin toplu intiharlara sürüklediği topu topu 7 milyardan fazla insanız..Ötesi yok... Çok olduğu kadar az da.. Ancak bunun farkında olan kimse yok..Yanlışların doğru sayılmasından daha kötüsü yanlışların doğru sanılması değil midir? Hayat ancak bakmasını bildiğimizde görebileceğimiz o büyük resmin küçücük ve gereksiz detaylarında boğulmaya heveslendiğimiz ve nasıl bakmamız gerektiğini unuttuğumuz bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü artık birçoğumuz için.. Yarı tok kalktığımızı düşünmemiz gereken her sofradan yarı aç kalktığımızı düşünür hale geldik.. Mutsuz zihinlerin umutsuz yarınları, tutarsız  yüreklerin amaçsız yalanlarıyla hayat buldu hep..Değişimin vakti geldi. Birşeyler yapmak için hiçbir zaman geç değil. Sadece düşün insan, düşündükçe hisset, ve hissettikçe sev ! Gerisi zaten ve gerçekten çok kolay..


                                                                        U.E.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Paul Rusesabagina

Hotel Ruanda ! Bu ismi birçoğumuz ya duyduk ya da hiç duymadık.Bir milyar iki yüz milyon insanın evim dediği kıtanın, ismi aklımıza ilk seferde gelemeyecek bir ülkesinin tamamı yabancı sermayeye ait lüks bir otelinde verilen tam anlamıyla bir hayatta kalma mücadelesinin ve bu mücadelenin siyah renkli Oscar Schindler veya John Rabe'ı veyahut ta Sam Childers'ı olan Paul Rusesabagina'nın hikayesiydi beni derinden etkileyen. O'nun verdiği mücadele ile insan olmanın onurunun ne demek olduğunu, vicdanın ve iyiliğin gücünü tekrar iliklerimize kadar hissedebiliyorsak eğer ve yüzbinlerce masum kadın,çocuk,yaşlı demeden yok yere katledildiyse işte burada anlatılmayı hakeden birçok hikaye var demektir.Ben de haliyle bu insanların yaşam mücadelesinde Paul Rusesabagina'nın ailesini bir arada tutmaya çalışırken aynı zamanda 1268 (ağırlıklı olarak kadın çocuk ve yaşlı Tutsi'lerden olmak üzere) Hutu ve Tutsi sivilinin hayatını kurtarmak için verdiği onur ve zeka dolu mücadelenin insani yanından bahsetmek istiyorum.

Öncelikle özetlemek gerekirse,filmin konusu tamamen gerçek hayattan uyarlanmış olup,Tutsi isyancılarının Ruanda Cumhurbaşkanının uçağını düşürüp yönetimi ele geçirmesinden sonra misilleme olarak radikal ve aşırı milliyetçi -interehamwe- Hutu milis güçlerinin Tutsi sivillerini hedef aldığı ve ordunun o anki mevcut duruma çoğunlukla kayıtsız kaldığı bir dönemde ülkede patlak veren ardı arkası kesil(e)meyen ve sonunda 800.000'den fazla Tutsi sivilinin vahşice katledildiği olaylar sırasında, Hutu kökenli bir otel müdürünün Tutsi olan eşini,ailesini ve bir çok komşusunu çalıştığı  Hotel des Mille Collines'e saklayarak onların hayatlarını kurtarmasını konu almaktadır.

Peki işin insani boyutunu ele alacak olursak,(ki şahsımın en önemli gördüğü kısmıdır) "Rusesabagina'nın bu olaylar dahilinde motivasyonu neydi?" diye sormadan edemiyor insan. Tabiikide bu soruya cevap vermek cevabın -gerek sosyolojik gerek bilinçaltısal psikolojik nedenleri de esas alan- çeşitliliği açısından kolay olmasa da verilebilecek muhtemel tüm cevapların ortak noktasının vicdan olduğunu söylemek kesinlikle doğru bir yaklaşım olurdu.Her ne kadar klişeleştirilmeye çalışılsa da, dünya üzerinde bunca kötülüğün arasından iyiliğin nasıl olup ta hala sıyrılarak üstün geldiğine şaşmamak gerek zira kanaatimce iyi ile kötü insan arasındaki en büyük fark iyi insanların yaptıklarına ve yapacaklarına kötü insanlardan daha fazla inanmış olması diyebilirim.Koşulsuz sevgi ve adamışlık,empatinin mutlak gücü,birliğe ve eşitliğe olan inanç ve samimiyet te mümkün mertebe bu galibiyetin diğer nedenlerinin arasında sayılabilir.
Bilhassa samimiyet konusundaki eksikliğimizin ve bu konuda kendimizi yetiştirmek adına isteksizliğimizin pratikte bizi diğer erdemleri de tanıyabilme fırsatından mahrum bıraktığını düşünmek yanlış değildir.Çünkü kişi önce kendine karşı samimi olmalı ki, kendinin bilincindeki samimi bir birey toplum dahilinde aldığı kararların sorumluluğunda ve her daim arkasında durabilecek manevi temeli kendisinde bulabilsin. Bu düşünceden hareketle,vicdanın(ın) sesine kulak vermesi beklenen bir kişi bu yola kendini bilmekle başlayacak kadar büyük bir samimiyetle çıkarsa, bu onun iyi bir insan olabilmesi adına attığı en iyi adımlardan biri olmaz mıydı? Rusesabagina'nın (belki de farkında olmadan da olsa) yaptığı aslında bu değil miydi? O kendini, tüm bu kaosun içinde, kaybetmeden her ne olursa olsun içsesine karşı büyük bir samimiyetle eklesiyastik kaygıları da bir kenara bırakıp salt şahsi vicdanına güvenerek hareket etmedi mi? Ve yine bu sayede diğerlerinin hayatta kalabilmesini sağlamadı mı? Özetle ne şekilde yola çıkmış olursa olsun Rusesabagina orada tüm insanlığa bir İNSANLIK dersi verdi ve bunun değerinin yüzyıllar boyunca yine İNSANLIK adına  alınacak bir dersten de öte olduğuna inancım şüphe götürmez niteliktedir.

Bizi gerçek ve İNSAN yapan sevgidir,vicdandır.. Yitip giden ya da hiç orada olmamış vicdanlara meydan okuyan ve nihayetinde geride kimseyi- tek bir umudu ve yüreği bile- bırakmadan yola devam eden bir ruhun yapması gerekenlerdi  Hotel des Mille Collines'in Hutu kökenli müdürü Paul Rusesabagina'nın yaptıkları..Kısacası kusursuz bir vicdan anlayışı ve örnek bir davranıştı.. İnsan olmak adınaydı..Onunla ve kalbi yaşadığı herşeye rağmen henüz taşlaşmamış olan tüm insanlarla gurur duyuyorum. Bana ve bloguma gelince..Evet farkındayım uzun bir ara verdim ancak sebeplerim vardı her ne kadar hiçbir sebep bu denli uzun bir ara vermeye sebep olmasa da.. Her neyse bundan böyle yine birlikteyiz aynı güç,zevk ve şevkle .Herkese iyi günler diliyorum..

                    -Bir insanın sahip olduğu ya da olabileceği en üstün meziyet -vicdan-dır..-
                                                                         
                                                                         U.E.





8 Temmuz 2014 Salı

Kozmos ve çocukları yani bizler...


"we are a way for the cosmos to know itself"
Carl Sagan,

"Biz, evrenin kendini tanıma yollarından biriyiz."
Carl Sagan,

Üstadın sözleri üzerine konusmak yerindedir diye düşündüm. Evet biz gerçekten de kendini inceleyen bir evreniz, işin güzelliği de burada değil mi aslında? Biz hepimiz sen-ben-biz, onlar hepimiz aklımıza gelen herkes ve herşey işte hatta zaman ve mekan da dahil herşey, mükemmel olmayan ama ironik olarak biraz da bu yüzden heyecan ve umut veren, bir kozmosta yaşıyoruz, En küçük atom altı parçaçıktan hatta kuantum köpüğünden tutun da  en büyük sistemlere kadar enerji ile dolu bir sistem ve biz bu sistemin kendini tanımaya,öğrenmeye çalışan organik elçileriyiz..Bütün kutsallık aslında burada hatta bize o kadar yakın ki burnumuzun dibinde bile değil, bedenimizin, beynimizin ve kalbimizin içinde ama ne var ki biz bu kutsallığı hala uzaklarda arayarak zaman kaybediyoruz.(Burada dinlerin getirdiği kozmolojiye girmeyeceğimden şüpheniz olmasın.Bu üzerine zaman ve ilgi harcanmaya değer ayrı bir tartışma konusu.) Ne varki doğaya yaklaştıkça, onu anladıkça ve tecrübelerimizi birikime dönüştürdükçe bizler yani, kozmosun çocukları ona hayırlı ve faydalı birer evlat olabilme şansını yakalayacağımız kanaatindeyim.Burada kastım aslında çok açık ve net,doğayı anlamak ve onu bütüncül ve paylaşımcı bir yaklaşımla Sagan'ın da dediği gibi "-canlı ve tek bir organizma- olarak görmektir." Çünkü artık gayet iyi biliyoruz ki "Kendisiyle savaşan bir organizma yok olmaya mahkumdur".

Bunu anlayabilmek o kadar önemli ki...Bakış açımızı değiştirebilmek için bencilliklerimizin yerini özgecil davranışlarımız almalı. -Birey-in kozmosun en önemli parçası olduğunu bilmek bize bireyin diğer bireylerden üstün olduğunu değil diğer bireylerin de en az bizim kadar üstün olduğunu düşündürmeli...Tabiiki unutmadan belirtmek istediğim birşey var, o da burada bahsettiğim idrak etme sürecinin, doğayı anlamanın onu değiştirmek için gerekli olduğunu ve onu değiştirmenin de esas olduğunu düşünen -Marksist felsefe-nin öngördüğü değişim süreciyle taban tabana zıt bir yolda olduğudur. Doğayı anlamak ve ona daha iyi entegre olabilmek esastır çünkü, onu değiştirmek değil. Nitekim doğayı değiştirmenin yararlı beşeri getirileri ol(a)mayacağının marksist felsefenin gerilemeye başladığı 20. yüzyılın ikinci yarısında daha belirgin bir şekilde idrak edildiğini tecrübe ediyor ve düşünüyorum.Bununla birlikte kendime ve sizlere soruyorum, İnsan aklının mutlak zaferi,onun (insanın) işlevsel silsilesini anlayabildiği doğaya, düşünsel süreçlerinin sonunda ürettiği mantıksal çıkarsama ve nihayetinde geliştirebildiği pozitif ve yapıcı yaklaşımlarla eklemlenebilmesiyle mümkün değil midir?

İşte bilimin devreye girdiği nokta da tam olarak burasıdır.Aslında bir bakıma Sagan "Bilim,salt bir bilgi kütüğü/kaynağı olmaktan da öte bir düşünme biçimidir, şüpheci bir yaklaşımla evreni sorgulama ve araştırma yöntemidir" derken, uygulamalı bilimin doğayı değiştirmek için değil de onu anlayarak doğal ya da yapay süreçlere mantıklı çözümler üretebilmek ve ona daha iyi entegre olabilmek için kullanılmasını öngören bir düzen ve düzlemde insanın üzerine düşen şüpheci yaklaşımlara layıkıyla başvurması gerektiğini de düşünmemiş midir sizce? Sorunlarımızın ve sorularımızın önceliğini belirleyebilmek bu konuda harekete geçip doğayı koruyabilmek açısından hayati önem taşır dolayısıyla harekete geçtiğimiz zaman doğru,yerinde ve zamanında kararlar da alabiliyor olmamız gerekir ki bu da sağlam bir bilimsel birikim ve altyapıyı gerektirmektedir.En önemlisi de mikro kozmos ile makro kozmosun aslında aynı şeyler olduğunu anlayabilmektir.Bugünlük te en azından bu konu ile ilgili düşünsel faaliyetlerimin sonuna geldim. Zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederim. herkese iyi akşamlar arkadaşlar :)

                                                                                U.E.





22 Haziran 2014 Pazar

'inanılabilecek olan şey' vs. 'düşünülmesi gerekecek olan şey'


Pascal  Acot 'un "Bilim Tarihi" kitabında yer verdiği,Fransız düşünür Gaston Bachelard'ın bir sözü kafamı saatlerdir kurcalıyor ve şimdi sanırım biraz buna değineceğim, Öncelikle söz şu;

"Gerçek hiçbir zaman 'inanılabilecek olan şey' değil, her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir."

Bunun üzerine biraz tartışalım, ilkin şunu belirtmeliyim ki, diğer blogumu okuyanlar -gerçek- konusuna ne kadar takıntılı olduğumu ve bu konuda çok fazla şey düşündüğümü ve bu kadar düşünmeme ( hatta bazen uykularımı bile kaçırmasına) rağmen bu konudaki -hakikati bulma- ve -yeni birşeyler öğrenme- açlığımı gideremediğimi iyi bilirler.Çünkü öyle bir durum söz konusu olsaydı şu an bunun üzerine tekrar birşeyler yazma gereği duymazdım diye düşünüyorum. Evet millet, düşünmeye başlayalım ve bilelim ki bugün şu an burada yazacaklarım,bizi hiçbir yere ulaştıramadığı gibi sorunsalı daha da derine götürebilir,içinden çıkılmayacak bir vaziyete sokabilir, ama pozitif düşünmek gerekirse de,belki de bize hayatla ilgili çeşitli yeni ve -umut vaad eden- çözümler de sunabilir. Bu yüzden şu an fikir selimde benimle aynı akıntıya kapılmanızı istiyorum. ...Gerçeğe inanmak..

"Gerçeğe inanmak" dışarıdan ne kadar da basit görünüyor değil mi? "Bunda ne var ki?!" diyebiliriz, gerçek olana inanılır zaten.. Ama İnanç kelimesi devreye girdiğinde aslında işler biraz da değişiyor. Burada kastım tabiiki dini, sosyolojik,politik vb akım ve görüşlere olan inanç değil bir kere bunu baştan belirtmekte fayda var. Bunları da dışarıda tutuyorsak inançtan kastımız ne o zaman? Burada biraz daha özel anlamıyla kullanılan inanmaktan bahsedersek daha açık olur sanki... İnanmak nedir? Birşeyin varlığını kabul etmek mi? Onu bilimsel disiplinlerin de yaptığı gibi gözlem ve deneylere dayandırarak algılarımızdaki yerinin temelini sağlamlaştırmak mı? Biz neden inanırız?, daha da spesifik bir yaklaşımla sormamız gerekirse "gerçeğe inanmak" doğru mudur? Yoksa her zaman şüphe mi hakim olmalıdır zihinlerimize? Duygular söz konusu olduğunda algılar biraz da gerçeklikten uzaklaşır nitelikte olduğu için "inanmak" kelimesi semantik olarak duygularla daha iyi bir uyum içerisinde gibi durmuyor mu?. Yoksa inanmak, önkoşullanmalarımızın karşılığını bulmuş şekli midir? Yani beklentilerimiz buluntularımızla örtüştüğünde mi inanırız? Bu soruların cevabını dürüstçe kendimize -kendimizi vererek- vermeliyiz ki anlamlı ve -gerçekçi- bir sonuca ulaşabilelim. Bachelard, "Gerçek hiçbir zaman 'inanılabilecek olan şey' değil" derken neyi kastediyor du peki? Olaya bir de bu açıdan bakmak bizi hem konunun bütünlüğüne daha da yaklaştıracak hem de aradığımız cevabı bulmamızda bize bir o kadar yardımcı olacak. Gerçeğe inanmayarak gerçeğin varlığını reddetmiş olmaz mıyız? Kuşkusuz ki bu söz gerçeği bütünüyle reddetmiş veya reddedecek olmamız gerektiğini belirtmek için söylenmemiş,aksine ondan şüphe duyarak dogmatik eğilimlerimizin üstesinden gelebilmemizde ve yeni bakış açıları üreterek epistemolojik yaklaşımlarımızı çeşitlendirebilmemiz konusunda düşünmeye sevk etme amaçlı söylenmiş. Bununla ilgili bir sorun yok, ne varki "gerçek 'inanılabilecek olan şey' değil" sözü bu bağlamda fazla iddialı durmuyor mu? Durum böyle olsaydı "ondan(yani -gerçek-ten) şüphe etmeliyiz!" demekle yetinmezmiydi Fransız düşünür? Neyi kastetmiş olabilir acaba. Hala daha üzerinde düşünüyorsam şu an, demekki doğru yoldayım. :) Bunu düşünürken aklıma şu da gelmiyor değil, Düşünür, acaba daha önce gerçeklik algısını ya da gerçek olarak bildiği/varsaydığı/öngördüğü şeyleri kaybederek bunlardan bir ders mi çıkardı? Yani bir bakıma bize "en gerçek olduğunu bildiğinizden bile şüphe edinki doğruya daha çok yaklaşasınız" gibi bir yarı-bilinçaltısal, yarı-doğrudan bir mesaj mı saklı bu sözde? Aslında sözün devamına bakacak olursak pandoranın kutusunun biraz daha aralandığını görüyoruz.Sis perdesi yavaş yavaş kalkıyor gibi..Gerçek "her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir." Gerçeğin üzerine düşünmek yani şimdi de kastımız.. Biraz da bunu inceleyelim, belki de burada bişeyler bulacağız sorularımızla ilgili..

Gerçek, "her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir." Buradan hiçbir zaman gerçeğe ulaşamayız gibi bir sonuç çıkmıyor mu? O halde madem üzerinde sürekli düşünecek isek,(yani benim anladığım kadarıyla şüphe etmeyi onu bulduğumuz zaman bile sürdürecek isek) biz gerçekten -gerçeğe- nasıl ulaşabileceğiz, ya da ulaştığımızın gerçek olduğunu nasıl bileceğiz? Bu paradoksal bir yaklaşım değil mi? Ayrıca -Gerçek- "her zaman 'düşünülmesi gerekecek olan' şeydir." derken, şu an bulduğun bir -gerçeği- üzerinde çok ta zaman kaybetmeden geride bırakarak ama yine bu gerçekten hareketle daha ileri gitmemiz mi önerilmiş? Bu da ayrı bir soru işareti tabiiki.Zeki insanlar ince sözler söylerler ve bu sözler,-zaman zaman- kelimelerindeki harf sayısından bile daha çok sayıda birbirinden farklı anlam da taşıyabilir., benim düşüncem de bu yönde..Ve aslında kafamızı kurcalıyorsa ve bizi derin düşünmeye sevk ediyorsa bu gibi sözler ve fikirler üzerine medeni cesaretimizi de ortaya koyarak tartışmalıyız. Görüşler tartışmaya açılmalı ama tartışırken soru(n)ları,önermeleri ve/veya fikirlerimizi önce karşımızdaki kişiye değil kendimize sormalıyız. Bu sayede biryerlere daha kolay varabilmemiz mümkün olmakla birlikte yenilikçi fikirlere daha açık hale gelebiliriz. Bir kere şunu asla unutmamalıyız. Fikirde çeşitlilik kişilikte yüceliğe giden yoldur ve biz fikirlerimizi çeşitlendirebildiğimiz derecede çevremiz tarafından anlaşılabilirliğimiz artar.Bu bağlamda zaten bütün çatışmaların nedeninin anlaşmazlık olduğunun şüphe götürmez olduğunu söylemek yerinde olmaz mı?

Fransız düşünür Bachelard'a çok teşekkür ediyorum çünkü beni düşünmeye sevkeden bir söz söylemiş kendisi ve umarım burada sorduğumuz sorularla ve aradığımız cevaplarıyla gerçeğe biraz daha yaklaşabilmişizdir.Fazla da retoriğe girmeden yazımı manidar olduğunu düşündüğüm, bir Mısırbilimci olan Gerald Massey'in muhteşem sözüyle bitirmek istiyorum.

    "Gerçeği otorite olarak kabul etmek yerine,Otoriteyi gerçek olarak kabul edenler için, Bu çok zor olmalı"
                                                      
                                                   Herkese iyi akşamlar diliyorum...

                                                                        U.E.

20 Haziran 2014 Cuma

Herşey karşılıklı mı? Güvene ne oldu?


Hayatta herşeyi karşılıklı sanıyor insanlar artık, onlar için birşey yaptığında "mutlaka bunun altında yatan bir nedeni vardır" diyorlar. Böyle düşünmelerini eleştirmiyorum ama yeniliklere ve herkesin aynı olmayacağı fikrine neden açık değiliz? Neden bize veya bizim için güzel birşey yapan birinin bir menfaati olduğu için bunu yaptığını düşünüyoruz? Sorun ve sorunlar güvensizlikle çözülmez, daha da artar.. Güvenmek için cesaret gerekir, hepimiz korkuyoruz güvenirsek kaybederiz diye, aslında güvenirsek kaybetmeyiz, bizim güvenimizi boşa çıkaran kişi kaybeder, çünkü güven vermek te güven almak ta aslında çok zor şeylerdir. Bu yüzden biz, kaybetmez aksine kazanırız, hayatta herkes herkesten birşeyler öğrenir derim hep, sokaktaki bir dilenciden bile dilenci olmanın,dilenmenin yanlış birşey olduğunu öğreniriz, bize yanlış yapan insanlardan da yanlış yapmamayı öğrendikçe biz, biz olmaya yani insan olmaya başlamışız demektir.Tecrübelerimiz altın değerinde tabiiki ama korkmamalıyız bazı şeylerden.Tecrübe kazandığımızda birşeyleri kaybettik demektir aslında, bu kaybı Freud çok güzel tanımlamıştır aslında. Freud tecrübeyi, güven,sevgi,bağlılık,aşk gibi insani duygulardan kopmamız olarak tanımlar.Bense Freud amcama ek olarak tecrübeyi,düş kırıklıkları, düşünce kırıklıkları, inanç kırılmalları ve yoksunluğun hissiyatımıza bahşettiği duygusal yoksulluk olarak görüyorum.ne varki çözüm olarak ta düşüncelerde yaşamak yerine düşüncelerle yaşamalıyız, ilk adımı hep biz atmalıyız, ortada muğlak bir durum varsa bunu farkeden ilk biz olmalıyız, birşeylerin ters gittiğini ilk biz belirtmeliyiz, bunu açıkça söylemeliyiz, kaybedeceğimiz birşey yok, ters giden birşeyleri farketmek ve bunu dile getirmek bence bizim insani vasıflarımızı hala daha kaybetmediğimizi gösterir. Koşulsuzca ve karşılıksızca birşeyler yapmalıyız insanlardaki güvensizliği kırmak için. Mesela elimize bir kaç bisküvi,çikolata vb alıp onu sokakta gördüğümüz insanlara rastgele dağıtmayı denemeliyiz.Teşekkür beklemeden yapmalıyız bunu. Öyle doğal olmalıyız ki bunu yaparken,karşımızdaki bizim kim olduğumuzu düşünmektense ve niye ona bu jesti yaptığımızı anlamaya çalışmaktansa , yaptığımız şeye hatta yaptığımız şeyin beklentisizliğine ve karşılıksızlığına odaklanmalı.. İşte belkide böyle şeylerle ufak ufak kırabiliriz insanların içindeki güvensizliği.. Yani en azından şunu bilirler, "Birşeyler karşılıksız da yapılabiliyormuş hala daha".."Bu bana mı düşer?" demeyin, zaten bugüne kadar hep "bana mı düşer?" dendiği için güven konusunda bugünlere geldik.Söylediklerim ütopik gelebilir distopik tecrübeler yaşamış bazılarına. Ancak şunu unutmamak lazım,denemeden hiçbirzaman bilemeyiz ve denemekle asla birşey kaybetmeyiz! Herkese iyi akşamlar !

                                                                            U.E.

19 Haziran 2014 Perşembe

Konuşmak ta önemli ama anlamak çok daha önemli..

İnsanlar uzun uzun konuşuyorlar ama anlamanın önemi bence hep ikinci planda kalıyor,daha da ötesi düşünmenin ne kadar gerekli olduğu hiç dikkate alınmıyor. Önce düşünceler olacak ki konuşulsun, Ben fikir ile düşüncenin aynı şeyler olduğunu ve birlikte ele alınması gerektiğini pek sanmıyorum, neden mi? Çünkü insanlar herhangibir konunun üzerinde çok fazla düşünmeden de fikir sahibi olabiliyorlar. Bu tehlikeli ve zararlı birşey aslında ama buna maalesef engel olamayız, çünkü aslında biz de aynısını yapıyoruz zaman zaman, bir konu hakkında düşünmeden ya da -en azından- yeteri kadar düşünmeden fikir sahibi olabiliyoruz daha vahim olan durum da şu ki fikir sahibi olduğumuz konuyu çeşitli şekillerde hemen eyleme dökme girişiminde bulunuyoruz. Buna dur diyebilmeli insan! Oturup üzerinde düşünmeli görüşlerini,fikirlerini.. Bunları herhangibir düşünce sistemiyle akıl ve mantık süzgecinden geçirebilmeli kendine karşı bu konuda her zaman dürüst olmalı çünkü unutmaması gereken şey şudur; doğru, sen onu kabul et ya da etme, gör ya da görme, anla ya da anlama her zaman ama her zaman doğrudur ve oralarda biyerlerde tüm tevazusuyla senin onu bulmanı bekliyordur, Bir biyologun varlığını tahmin edip aradığı ve yıllar sonra bulduğu bir böcek türüdür doğru, Bir fizikçinin delicesine araştırmalara boğulup peşinden koştuğu ve nihayetinde ona yaklaştığı Büyük Patlamanın kozmik kalıntılarıdır, bir ilahiyatçının tüm temiz kalbiyle tanrıyı arayıp bulmasıdır. Yani doğru aslında bunların hepsidir..Ama tek bir şart var bence, yani tek bir önşart olmalı. Üzerinde düşünmek!!! Bu o kadar önemli ki. Hepimizin ulaşmak istediği doğru bilgi değil mi? Hangi birimiz kandırılmaktan hoşlanır, ya da hangimiz kandırıldığını bile bile bu hayatı yaşamak ister? Eğerki ben bundan yani kandırılmaktan ve bunu bile bile yaşamaktan mutluyum diyenlerimiz varsa zaten onlar illüzyonun dogmatik girdaplarında kaybolmuşlardır demektir.Ve bu yazdıklarım en azından onlar nezdinde asla amacına ulaşmamış ve ulaşamayacak demektir, ki bu da onları konu üzerinde yeteri kadar düşünmeye sevk edememiş olacaktır.Gelelim anlayabilmeye..
 Anlamak, yani Arapça söylemiyle idrak - ki bu kelime 3 temel anlamı içerir-, "Anlama yeteneği", "anlayış" , "akıl erdirme" ve bunların yanısıra başka anlamları da vardır "erişme", "ulaşma" ve felsefede ise "algı" olarak karşılığını bulur, Kelamcıların üzerine basa basa vermek istediği anlamı da "tümevarımla özelden geneli kavrayabilme yetisine sahip olabilmek" tir.Neden Arapça kullanımına değindim, çünkü sanırım Arapça'da daha fazla anlama gelebiliyor ve ifade gücü daha kuvvetli gibi.. Özel bir nedenim yok yani.Biliminsanlarına gelecek olursak anlamak onlar için herşeydir, çünkü onlar diğer insanlar gibi hemen anladıklarını düşünmezler ve anlamaya çalışırlar, bilimi harika kılan, özel kılan, onu heyecan dolu kılan şey "anlamaya çalışmak"tır... Dahası bilim anladıkça kendini geliştiren ve daha çok anlamaya yönelen bir disiplindir. Yanlışlanabilir olması bilimin bir eksiği veya hatası değildir,aksine bu durum onun mükkemmelliğinin kanıtıdır.Yanlışlanabilen bilgi gelişime açıktır, bu yüzden biliminsanları "anladıklarını" tartışmaya açarlarki gerçeğe daha da yaklaşabilsinler.Newton'ın teorilerinde yanlışlar olabileceği şüpheci zihinlerce düşünülmeseydi belkide Einstein gibi büyük bir biliminsanını hala daha anlayamamış olacaktık, ve günümüz teknolojisi dediğimiz şey belkide yüzlerce yıl geriden takip edecekti..Bilim yanlışlanabilirdir ve doğruya ulaşmak amacından başka hiçbir amacı yoktur ve olmamalıdır, aksi takdirde bilim olmaktan çıkar ve aslına hakaret niteliği taşımaya başlar.. Ki bu eşzamanlı olarak ta insan aklına hakarettir..
......
İşte bu kadar tanım yaptıktan sonra anlamanın kelime anlamından öteye geçecek olursak, karşımıza nasıl anlamamız gerektiği düşüncesi çıkar ki asıl varmak istediğim konu da bu.. Karşımızdaki insanı anlamaya çalışırken aslında bilimsel methodu kullanmak en güzeli bence. Yani düşüncelerimizin her ne şart altında olursa olsun, ve her ne kadar kesin olduğuna güvenirsek güvenelim, her daim yanlışlanabilir olabileceği ihtimaline açık kapı bırakmalıyız. Bunu şöyle bir örnekle açıklamak istiyorum, misal taş devri zamanında uzak mesafeler arası iletişim mümkünmüydü? Hayır... Hatta bu hayal dahi edilemezdi. Çünkü böyle bir ihtiyaç bile yoktu, o dönemin insanları için cep telefonu hatta sabit telefonlar bile imkansızdı, ve bunu (yani böyle bir teknolojinin imkansız olacağını) o gün sahip oldukları bilgilerle açıklayıp destekleyebilirlerdi bile, zaman yolculuğu yapıp geçmişte yaşayan birisi oraya telefon hatları kurmadan ve ilk telefon görüşmesini sağlamayadan bu kişileri ikna bile edemezdi, hoş :) etse de ona büyücü bile denebilirdi,.. Kısacası o dönemin insanları için telefon ve kıtalararası iletişim "kesinlikle olamaz" konumundaydı çünkü hayali bile kurulamazdı, ama bir söz vardır ya hani "asla asla deme!" diye., işte önemli olan bu söz aslında. Çünkü biz hala birçok şey için "asla!" diyoruz..Düşüncelerimizi değişime açık tutmak bizi düşüncelerimizde zayıf değil aksine daha da güçlü kılar! Ve bunun yani değişime açık duruşun, başından beri anlatmaya mücadele verdiğim "anlamak-idrak etmek" konusunda da bize yol gösterici olacağına hiç şüphem yok.

Özetle, Anlamak gerçekten iletişimde en önemli adımlardan biridir, ve aslında aynı zamanda da çağımızın en büyük sorunlarından biridir. Unutmamamız gereken şey şu olmalı bence, Ünlü Astrobiyolog Carl Sagan'ın kozmolojisinden biraz anladıysam, -biz- yani tüm dünya tek parça halinde birbirine bağımlı birçok dişlinin birbiriyle uyum içerisinde hareket ettiği ve hareket etmek zorunda olduğu tabiri caizse biyo-mekanik bir organizmayız, ve "kendisiyle savaşım içerisinde bulunan bir organizma yok olmaya mahkumdur" Hayatta kalabilmemizi sağlayan yegane tutum, anlaybilme ve değişime açık olabilme gücümüzdür, Bundan yola çıkarak konuşmamızın niceliğinden ziyade niteliğine odaklanmalıyız.

                                                            Herkese iyi akşamlar :)        


                  
                                                                        U.E.

İlk günüm ve fikirler sel gibi...

Bugün blogumda ilk günüm arkadaşlar, yıllarca şiir blogumu yönettim ve uzunca olan hissiyatlarımı hep kısaca anlatmaya çalıştım kendimce. Bu blogu açmak istememin en önemli nedenlerinden bir tanesi kafamı hatta tüm insanlığın kafasını kurcalayan bütün sorunları kendime ve insanlığa sormak ve dilim,beynim ve kalbim yettiğince bu sorulara cevaplar aramak-bulmaktır. İmla ve noktalamam pek iyi değildir mazur görün lütfen, önceliğimi hissiyata vericem çünkü bu sayfamda. Az önceki gibi devrik cümleler kurabilrim, ya da şu son cümlemdeki gibi bazı kelimelerin "i" lerini "e" lerini unutabilirim ya da yine şu son cümlemedeki gibi "i" ler "e"ler derken arasına virgül koymayı unutabilirim vs. Ne olur mazur görün ki maruz kalmayalım filolojik eleştirilere..Çünkü elimden geldiğince önem vereceğim tek şey yazarkenki heyecanım olacak :)

Evet, ben kim miyim? belki de bu soru gelebilir aklınıza, benim kim olduğumdan daha önemlisi ileride ne olacağım,nasıl bir insan olduğum ve hissiyatımın ne olduğu ve nasıl olduğu aslında...Bizi biz yapan, yani insanı insan yapan duyguları ve bu duygularını düşünceleriyle temellendirebilme gücüdür, bizi hayvanlardan diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz duygu ve düşüncelerimizi ortak bir potada eritebilme gücümüz değil mi? Yine de kimsin sorusuna sadece ufak bir ayrıntı vereceğim, "boş dünyanın boş işleri" adlı blogun
sahibiyim,gerisi zaten dediğim gibi kim olduğum vs bunlar -boş dünyanın boş işleri- gerçekten.Bir de aslında şunu da hatırlatmak istiyorum haddimce, Ben kimsem o 'yum ama "siz kimsiniz?" ben kimim diye kendinize sormalısınız. Bu gerçekten bir çok soru(-n-)un cevabını verebilir.Lütfen MİM isteği vb de göndermeyiniz burda derdimiz kendimizi anlatmak değil, evrensel olan hissiyatı betimlemek bu yüzden önce kendimizi tanıyalım diye yazıyorum aslında bu blogu da, ve burada  özgürce düşüncelerimizi paylaşabiliriz bunu da unutmayın. Ama siz de anlayış gösterirsinizki siyaset,din vb konulara pek girmek te istemiyorum ve okuyucularımın da bu konuda bu hassasiyetime özen göstereceğini umuyorum.Tüm siyasi görüşlere eşit uzaklıkta tabiiki değilim, ama burda en azından öyle olmak durumundayım.Konuşulmak istenen her konunun altında mutlaka iyi niyet aranmalıdır çünkü yazdığım herşeyi iyi niyetle yazıyorum bundan kimsenin zerre kadar şüphesi olmasın.Elbetteki zaman zaman -karşılıklı- yanlış anlamalar, kırılmalar, gönül koymalar olacak ama bilinki hiçbirinde niyetim art değildir sizlerin niyetinizin de art olmayacağından da şüphem yoktur. Yoksa bu yazıyı sonuna kadar okuma zahmetine girmezdiniz diye düşünüyorum.

Özetle, blogumda her konuda dürüst olmaya çabalarsam gerçeğe o kadar yaklaşacağımı düşünüyorum ve gerçeğe ne kadar yaklaşırsam bunun beni ve bizleri o kadar mutlu edeceğine inanıyorum, bana sorduğum sorularda,yazdığım şeylerde yardımcı olun arkadaşlar ki, birlikte gerçeğe daha da yaklaşalım..Sözü fazla da uzatmadan şimdilik iyi vakitler diliyorum herkese, bundan böyle zaten neredeyse hergün birlikteyiz.

dip not: "boş dünyanın boş işleri" bloguma tam gaz devam edeceğim... :)
                                                                    
                                                                              U.E.